30 Aralık 2010 Perşembe

Eksi çokluk

Sustum. Gereğinden fazla.
Sonra bir kıtanın oluşma yavaşlığında bir şey söylemek için şekillendi tüm yüzüm.
Uzun zamandır ağzımdan çıkan tek şey olarak ete kemiğe büründü.
Damarlarında tükürük dolaşan tek çocuk.
Ölü doğan binlercesinin üzerine basarak yürümekten çekinmeyen biri.
D vitamini eksikliği, ağzımın gebeliğine neden olan şey işte bu.
Dudakları solgun bir çocuk. Bir ben ve son hali çıldırtıcı bir düşünce olan duygudan doğan bir çocuk. Yaşasın mı ölsün mü karar veremiyorum. Aslına bakarsanız kimsenin benim fikrimi sorduğu da yok. Büyüsün mü hep böyle mi kalsın karar veremiyorum. Bana soran yok.
Benzerlik bulmaya çalışıyorum, kendimi arıyorum. Bir yerlerinde ben olmalıyım.
Gözleri ? hayır. Korktuğum kadar kötü değil yalnızca gölgesi bana benziyor.
Sesi soluğu çıkmıyor. Günler sonra yavaş yavaş farkına varıyor. Sorgulamaya, sormaya başlıyor. Her şeyi anlatmamı istiyor. Her şeyi bilmiyorum. “Yanlış bir şeyler var bende” diyor. “Sen sahip olduğum en güzel şeysin” diyorum.
Beni bırakıp aramaya çıkacağını fısıldıyor gözlerime. “Pekâlâda gidebilirsin” yazıyorum sahte yüzüme. Kendine güvenini topluyor. Çoğu sırt çantasında. Birazı ise ayakkabılarının içinde yola koyuluyor. Beni hatırlamak için yapması gereken tek şeyin bir ışık bulup, iz düşümüne bakmak olduğunu yazmış okuduğum kitabın son sayfasına. Bende ona yazıyorum. Anlatacak pek bir şeyim olmadığını belli etmemeye çalışarak. Zarfın üstüne derimden kopardığım ufak parçayı koyuyorum. Zaman içinde unutmuyorum sadece hatırlamamaya çalışıyorum. Umursamamaya.
Acı iliklerime kaçtı oradan göz kırpıyor benzerlerine.
Tuhaf bir şekilde mutluluk veriyor uzaktakiler.