30 Aralık 2010 Perşembe

Eksi çokluk

Sustum. Gereğinden fazla.
Sonra bir kıtanın oluşma yavaşlığında bir şey söylemek için şekillendi tüm yüzüm.
Uzun zamandır ağzımdan çıkan tek şey olarak ete kemiğe büründü.
Damarlarında tükürük dolaşan tek çocuk.
Ölü doğan binlercesinin üzerine basarak yürümekten çekinmeyen biri.
D vitamini eksikliği, ağzımın gebeliğine neden olan şey işte bu.
Dudakları solgun bir çocuk. Bir ben ve son hali çıldırtıcı bir düşünce olan duygudan doğan bir çocuk. Yaşasın mı ölsün mü karar veremiyorum. Aslına bakarsanız kimsenin benim fikrimi sorduğu da yok. Büyüsün mü hep böyle mi kalsın karar veremiyorum. Bana soran yok.
Benzerlik bulmaya çalışıyorum, kendimi arıyorum. Bir yerlerinde ben olmalıyım.
Gözleri ? hayır. Korktuğum kadar kötü değil yalnızca gölgesi bana benziyor.
Sesi soluğu çıkmıyor. Günler sonra yavaş yavaş farkına varıyor. Sorgulamaya, sormaya başlıyor. Her şeyi anlatmamı istiyor. Her şeyi bilmiyorum. “Yanlış bir şeyler var bende” diyor. “Sen sahip olduğum en güzel şeysin” diyorum.
Beni bırakıp aramaya çıkacağını fısıldıyor gözlerime. “Pekâlâda gidebilirsin” yazıyorum sahte yüzüme. Kendine güvenini topluyor. Çoğu sırt çantasında. Birazı ise ayakkabılarının içinde yola koyuluyor. Beni hatırlamak için yapması gereken tek şeyin bir ışık bulup, iz düşümüne bakmak olduğunu yazmış okuduğum kitabın son sayfasına. Bende ona yazıyorum. Anlatacak pek bir şeyim olmadığını belli etmemeye çalışarak. Zarfın üstüne derimden kopardığım ufak parçayı koyuyorum. Zaman içinde unutmuyorum sadece hatırlamamaya çalışıyorum. Umursamamaya.
Acı iliklerime kaçtı oradan göz kırpıyor benzerlerine.
Tuhaf bir şekilde mutluluk veriyor uzaktakiler.

23 Nisan 2010 Cuma

Çikolatadan Mermi

İnce Saz grubu, Macar Radyo Senfoni Orkestrası ile birlikte Türk Hava Yollarının 75. yıl kutlamaları için hazırlanan “Yollar” albümünün tanıtım konserini, 20 Mayıs 2008 tarihinde Cemal Reşit Rey’de gerçekleştirildiğinde, Dünyadan, her şeyden bir haber Gesi bağlarında dolanıyordum. O akşam ortaya konan müthiş performansı elimin altından 7/24 internet olmasına rağmen atlamamı, haki yeşilin bünyemde yarattığı genel arıza ile açıklarım. Açıkladım. Aylar sonrasında, aşağıda yer verdiğim şarkı ve şarkının enfes yorumuna denk gelince, “dolu bir silah taşırken karşılaşmamamız (tam) isabet olmuş” diye düşündüm.
Yorum için ne diyebilirim, güzelliğini nasıl tarif edebilirim bilmiyorum. Tarifsiz güzel söylüyor Dilek Türkan. Şarkının kendisine gelince. Sözlerini ben yazmışım. Hemen peşine kahrımdan ölmüşüm. Unutarak tekrar doğmuş ve yıllar sonra kendi sözlerimle vurulmuş gibiyim. “cuk oturdu” teriminin tam karşılığı bu olsa gerek. Tüm şarkı sanki çikolatadan bir mermi. İnsanın ağzına sıkası geliyor.

19 Nisan 2010 Pazartesi

sogno per un requiem

Karşılıklı iki yatakta yatıyoruz küçük gece lambalarımız açık. Başucumuz da birkaç kitap. Benimkilerden biri iyice dağılmış. Sayfalar benim kadar bağlı gözükmüyor cildine.
Gözüm onda. O ise ilgisiz, uyumaya çalışıyor. Uykuya dalabileceği pozisyonu arıyor sağında ve solunda. Huzursuz görünüyor, mevsime ait olmayan bir örtünün altında uyumaya çabalarken. Hiç sönmeyen gece lambası loşluğunda doğruluyor. Bir şeyle uğraşmaya başlıyor. Uğraştığı şey etrafa dağılıyor. İki dudağının arasından art arda çıkan beş harf. İsimlerimden biri. Yanıt veriyorum. Uzun zamandır yanıt vermeyi beklemişim. İki yatağın arasında, yerde kolları gövdesinden ayrılmış maket, oyuncak tahta bir ahtapot. Birkaç parçası ortalıkta gözükmüyor. Yatağını kontrol ediyorum el yordamıyla. Birkaç parça buluyorum. Ağzıma kadar sitem dolu ve mağrurum. “fazla inatçısın” diyor tebessüm ederek. “anlamış olman lazım” diyorum ifadesiz (“sende öylesin” mi demeliydim). (bilmiyor/umurunda değil). “terfi ettin” diyor. “Neye?” diyorum. Cevabı hatırlamıyorum. Sanırım başladığım noktaya. Sonundan onunla yüksek bir binanın içindeyiz. Duvar ile camın kesiştiği köşede, duvara yaslanmış dışarı bakıyor. Bulunduğumuz odaya insanlar giriyor. Uyanıyorum, terlemişim.

9 Nisan 2010 Cuma

Nasıl dizersin Kitaplarını ?

--Yazarına göre
--Yayın evine göre
--Renklerine göre
--Diline göre
--Yazarının milliyetine göre
--Duygusal kronolojiye göre
--Kalınlıklarına göre
--Boylarına göre
--Kronolojik sıraya göre
--Yazarın cinsiyetine göre
--Türüne göre
--Sık kullanımına göre
--Sık kullanılmamasına göre
--Yazarın ölüm nedenine göre
--Çevirmenine göre
--Baskısına göre
--Uyandırmak istediğin etkiye göre
--Uyandırmak istemediğin etkiye göre
--Rahat toz tutabilmesine göre
--Tozunun rahat alınabilmesine göre
--Alfabetik sıraya göre
--Karanlıkta görünebilmesine göre
--Karanlıkta görülememesine göre
--Kağıdının kalitesine göre
--Yazarının cinsel terciğine göre
--Yazarının hayat da olup olmadığına göre
--Sayfa ucunun katlanmış olmasına göre
--Kitap ayracı (mim) kullanımına göre
--Okunup okunmadıklarına göre
--Okunma sırasına göre
--Ona göre
--Buna göre

--Rasgele

1 Nisan 2010 Perşembe

Alois..Canavar..


“ Babamın beni devlet memuru yapma niyeti benim bu meslekten hoşlanmamama karşı olduğu sürece çatışma o kadar dayanılmaz değildi. O zamana kadar, kendi özel görüşlerimi bir ölçüye kadar kendime saklayabiliyordum ve her zaman anında onun söylediklerinin tersini iddia etmiyordum. Devlet memuru olmama konusundaki kesin kararım bana yetiyordu. Ve bu sarsılmaz bir karardı. Ben babamınkinden farklı bir plan yapınca sorun patlak verdi. Bana ilk kez ne olmak istediğim sorulduğunda, babamın gözde planını bir kez reddettikten sonra, aldığım kararı birden söyleyiverdim. Babamın bir an için dili tutuldu.
--Ressam mı? Sanatçı mı?
Aklımın başında olduğundan kuşkuya düştü ya da belki yanlış duyduğunu ya da yanlış anladığını zannetti. Ama durumu anlayınca ve özellikle de benim niyetimin ciddiliğini hissedince, bütün kararlılığıyla buna karşı koydu. Bu onun için kolay bir karardı çünkü gerçekten bir yeteneğim olabileceğini düşünemezdi.
--Sanatçı mı ? Hayır, ben yaşadığım sürece asla! “

Adolf Hitler

8 Şubat 2010 Pazartesi

to whom it may concern (gibi)

Tek kelimeyle iğrenç bir el yazısına sahibim. Abartmıyorum bazen ne yazdığımı okuyamıyorum. İlkokulda durum daha da vahimdi. Ödevlerin yarısı yazılmış bir şekilde evin yolunu tutardım çoğunlukla. Zavallı Babam yarısı yazılı metinlerin ne demek istediğini anlamaya çalışmakla uğraşırken, psikopat çocukluğum hemen hemen her hafta eve gizemli birkaç ev ödevi getirmek konusunda başarıdan başarıya koşuyordu. İlkokul birinci sınıfın hemen başlarından aklımda kalan az şeyden biride düz çizgi çekme alıştırmalarıdır. Hayal gücünüzü zorlamanıza gerek yok benimkiler eğri büğrü ve bunun doruklarında. Yalan makinesinde “Everest’e 5 kere çıplak tırmandım” desem benim düz çizgi denemelerimden daha masum bir sonuç elde edilir.
Üniversitede durum farklı bir hal aldı..kötü not aldığım “ender” sınavlardan sonra; “ulan varya kesin yazımı okuyamadı ha” şeklindeki düşünceler, savunma mekanizmamın ön liberosunda üst üste en çok maçta forma giyen “bahane” olarak yerini aldı. Aslında birkaç sınav notu açıklamasından sonra “ne yazdığını okuyamadım şunu bir izah et” diyen birkaç hocam olmadı değil. Sanırım bundan daha fazla sayıda “adam gibi yazsaymış bununla mı uğraşacam” diyenler olmuştur. Tüm bunlardan sonra ve bazılarından önce bende oluşan düşünce “kötü bir el yazısıyla ne yazarsam yazayım, çok güzel ve güçlü bir anlatıma bile sahip olsa sonuç itibariyle “kötü” olacağı” yönündeydi. Berbat yazıma eşlik eden berbat “Dil Bilgisi” bilgim (olmayan yani) in de katkılarıyla yazma eyleminden uzak durdum. Aslında ne yazabilirdim ki ? Günlük tutmak bir erkek çocuğu ve devam eden yaşlarda bir erkek için fazla feminel bir durum olarak kafamda şekillenmişti. Fakat mektup.
Mektup yazmayı isterdim. Türkçe derslerindeki fason örnekler dışında hiç mektup yazmadım. Yukarıdaki nedenden dolayı cesaret edemedim. Yada adresleri bilmiyordum. Halbuki alıcı yerine “Doğru Kişi” yazmak yeterli olmalıydı. Mümkünse gönderen kısmı boş bırakılmalı..kime yollandıysa “O” doldurmalı. Çok önemli değil isimler “O” bile yeter. Pul büyüklüğünde bir parça, size ait bir parça; Ten, Deri. Epidermis yeterli çok derine inmeyin. Kanlı deri parçasını yalamanıza gerek olmadığını tahmin etmiştirsiniz. Tükürüğünüz sizde kalsın. Pul zarfa yapışır. En iyisi umularak yollanır.
Böyle bir mektup elinize geçtiği de pula dokunun..ürperiyorsa size aittir. Eğer sizin değilse onu tekrar postaya verin. Postada kaybolmazsa “Doğru Kişiye” ulaşacaktır. Koleksiyon yapmaya değer bir şey. İsterseniz tüm Pulları biriktirebilirsiniz. Maalesef seçim sizin.

5 Şubat 2010 Cuma

Daha fazla

Bundan birkaç ay önce ilginç, farklı ve baştan aşağı olağan üstü bulduğum bir yaşam hikayesini arkadaşlarıma olabildiğince atlamadan, eksiksiz anlatma telaşı içerisinde parçalanıp dururken buldum kendimi. Jery Kosinski’nin polis raporlarına intihar olarak geçen ölümü, alışılmış intihar yöntemleriyle* pek benzerlik göstermemekle birlikte, kendi sıra dışı hayatı açısından kanımca büyük bir tezat oluşturmamaktadır. Demek istediğim banyoda kafasına naylon bir poşet geçirerek kendi hayatına son vermesi, bir insanın hayatına son vermek için seçtiği yöntem bakımından garipliğini, en az 90’lı yıllarda olduğu kadar bugünde korumaktadır. Açıkçası bunun planlı bir intihar olduğunu öğrenmeden önce, adamın kendi başına geçirdiği poşetle bir kaza sonucu yaşamının yitirdiğine inanmıştım :). Tabi ki bunu yapması için geçerli bir nedeni var..Karbondioksitin kafa yapma yetisi. Kafaya poşet geçirmek suretiyle, belli bir müddet verilen havanın tekrar geri alınması yada nefesin uzunca süre tutulması akciğerlerde ve kandaki Karbondioksitin yoğunluğunun artması; beyin etkinliği, kavrama yeteneğini azaltırken, kişinin içinde bulunduğu durumdan, zaman ve mekandan soyut bir şekilde hayali bir başka gerçekliğe girmesine yardımcı olmaktadır.
Aslında bu yöntemi bir araca ve kimyasallara başvurmadan bilinçli yada bilinçsizce uygulayan bir çok insan var. Sadece yaptıkları şeyin bu olduğunu bilmiyorlar. Örneğin eğitimli bir ses sanatçısını ele alalım. Aldığından daha çok nefes vermeyi bilinçli bir şekilde uyguladığı anda yukarıda sözünü ettiğim soyutlanma başlar. Söylediği şarkıyı çok hissederek söylediğini düşündüğünüz şarkıcıları getirin aklınıza. Kiminin Gözleri kapalı..dış dünyadan olabildiğince az etkilenmek. Konsantrasyondan bir adım ötesi. Ben bunun Allah vergisi iyi bir sesi olan ve iyi kötü nefes almayı bilen bir şarkıcı tarafından da yapılabileceğini düşünüyorum. Bu yöntemi en az şarkıcılar kadar kullanan birçok sahne sanatçısı var. Enstrüman çalanlar (!), özelliklede üflemeli enstrüman çalanlar (en mistiği neyzenler), tiyatro oyuncuları, baletler, balerinler… İş kendinden geçmeye, bu dünyadan soyutlanmaya gelince bunun bir çok kullanılabileceği yapanın, yaptığı şeyi daha içten ve hissederek yapmasını sağlayabileceği bir çok alan mevcut. Ama beklide hiç biri Din olgusu ile birleştiğinde ortaya çıkan sonuç kadar etkileyici bir hale bürünmüyor. Camide, Kilisede, Sinagogda her kutsal mekanda ve hemen hemen her Dinde ilahiler, saatlerce süren ve verenin kendinden geçtiği vaizler.. Kendinden geçen kalabalıklar, zikirler. Peki ya öfkelendiğimiz de niye bağırırız? (bağırmadan konuş benle:) Cinnet getiren insanlar öfkelendiklerinde yeteri kadar bağırmayı başarıp gözleri hiçbir şey görmeyen bu dünyadan o anlar boyunca kendilerini soyutlayarak kötü şeyler yapan insanlar mıdır?
En komiği de ne biliyor musunuz Anneniz sizi ilk kez kucağına, eline aldığında aslında hemen öncesinde sizi olabildiğince acı hissetmeden dünyaya getirebilmek için sürekli nefes vererek bir ölçü kafayı bulmuştur**. Belki de her bebek Annesine bu yüzden güzel gelmektedir kim bilir.

* ”Ateşli silahlarla intihar eden yetişkinlerin hemen hepsinin kendilerini aynı yerden vurması bir tesadüf değildir. Kafalarından.” -David Foster Wallace-
**Sezeryanlı nesile lafım yok. Onlar teorik olarak doğmamış bile sayılabilir.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Bu hep olur..



Bunu nasıl başardığımı/becerdiğimi bilmiyorum. Sadece uzanıyordum..gözlerim cevabı bilmeyen öğrenci gerzekliği ile tavanı yokluyordu. Sonrası malum “güm” sesi ile birlikte vücudum ya da kafam oynamadığı halde görüş alanım ile eş zamanlı olarak düşüncelerimde ekseninden kaydı. Geceden gündüze (çoğunlukla öğle vaktine) beni taşıyan bu aracı bir Kamyona benzetmek gerekirse (biliyorum bu durumda bende kamyoncu oluyorum) makası kırılmış bir Kamyon ve 69 kiloluk pek iri sayılmayacak cüssem ile birlikte yolun kenarında ufak bir şaşkınlık yaşadım. Sonrasında kullanılmaz hale geldiği için tümünü söktüm ve balkona taşıdım. Artık alışveriş listemin en tepesinde davetsiz bir misafir ikamet etmekte.

26 Ocak 2010 Salı

Başladım Saçmalamaya

Yemek yemeyi ölesiye severim. Öğün geçiştirmek, yemek vaktini atıştırarak geçirmek yada olayı ayak üstü çabuk ve hızlı bir formata büründürmek..yok hayır bu bana göre değil. Mümkün olduğunca zaman ayrılması gereken bir aktivite, ritüel. Biyoloji derslerinin birinde görmüş olmamız muhtemel garip duyu organımızın tüm maharetini gösterdiği yegâne yer, sofralardı bir zamanlar. Tat almak için dizayn edilmiş ve her bir bölümü farklı tat ve/veya tatsızlıkları aynı zamanda bina yöneticisi olan üst komşusu ile paylaşmak konusunda fazlaca istekli olan bir duyu organı. Yönetici bu durumda uzun süre zor durumda kalmış, mahcup hissetmiş olmalı. Bilirsiniz herkesin başına gelmiştir komşu tarafından gönderilen tabak boş olarak geri verilmez. Konuşmak tabağı doldurma, karşılık verme çabasıdır. Bir şeyler yiyerek ilkelce bile olsa yediklerimizden tat almamız sanıyorum ki konuşabilmemizden çok önce yapmaya başladığımız bir şeydir. Suskunluğu buradan yola çıkarak tanımlayabilirsiniz bunun için kafamı yormayacağım.

İnsan dilinin bir başka meziyeti de yalamaktır. Tükürdüğünü yalamak. Bunun tarif edilebilir bir tadı yok her seferinde farklı gelir..değişmeyen tek şey ise tadıldığı yerdir. “Geçmişin yeri” . Muhtelif zamanlarda eski dostunuz “Pişmanlık” ile uğradığınız salaş bir yer. İçerideki herkesin sizden daha genç olduğu, hemen gözünüze çarpar. Bir kere bile sizden daha yaşlısını bulamazsınız. Hep aynı masa..yıllar sonra bile her zaman boş sanki sizin için sonsuzluğa rezerve. Ve işte kim bilir ne zaman ağzınızdan çıkan şey yine orada karşınızda ve sıcak..yaşadığınız an kadar sıcak servis edilmiş. Umarım etrafta beni tanıyabilecek birileri yoktur kaygısı şakağınızdan aşağı inen bir ter damlasıdır. Tümünü yemeden sofradan kalkmak diye bir lüksünüzün olmadığını hatırlarsınız. Hesap geldiğinde eski dostunuz “Pişmanlık” hiç bir zaman masada olmaz. Her seferinde bir şekilde başarır ortadan kaybolmayı. Bir bedel ödeyerek yediğiniz en iğrenç şey olsa gerek değimli ? Sadece bir an önce çıkıp gitmek istiyorsunuz. Kapıya doğru hamle yaptığınızda kapının yer aldığı bölüm yapının geri kalanına bir koridor oluşturacak şekilde sizden metrelerce uzaklaşmaya başlar. Her iki tarafı gözleri hareket eden insanları resmeden tablolarla dolu bu koridordan daha önce yürümemiş değilsinizdir. Başınız önde..yinede bu size doğrultulan birçoğu hakir bakışı görmenize engel değil. İki kolunuzu yana açarak koridorda kapıya doğru koşmak..tüm yapmanız gereken bu. Tüm tablolar peşiniz sıra yerlerde, halı peşiniz sıra kırmızı. Kapı açılır..dışarıda zaman akmadan sizi beklemiştir. Nerede kalmıştınız. O evet..kendi kişisel yalanlarınız için yaşamı kibarlıkla manipüle ediyordunuz.